YEMEK

Nerede O Eski Tohumlar, Nerede O Paylaşmak?

Bir zamanlar her evin bir bostanı, her elin bir avuç toprağı vardı. Domatesin kokusu daha topraktan çıkarken sarardı etrafı. Salatalığın çıtı bile bir başka gelirdi. Çünkü o günlerin sebzesi sadece topraktan değil, dostluktan da beslenirdi.

Eskiden "ata tohumu" derdik; dededen, nineden kalma… Genetiğiyle oynanmamış, doğayla kavga etmemiş, her mevsim kendi vaktinde filizlenen o güzelim tohumlar. Ne paketinden çıkardı ne de barkodundan tanınırdı. Komşudan komşuya, köyden köye aktarılırdı. Paylaşmak kutsaldı, bolluğun sırrı buydu zaten.

Ne büyük kıymetti o zamanlar bir avuç tohum! Pazardan, marketten alınmazdı. Kendi kendini çoğaltır, her yıl yeniden umut olurdu. Hasat zamanı geldiğinde sebzeler sadece sofraları değil, gönülleri de doyururdu. Çünkü o ürünlerin arkasında sadece güneş ve su değil; komşuluk, yardımlaşma, dayanışma vardı.

Geçenlerde çocukluğumun geçtiği mahalleye indim. Bahçeler yine aynıydı ama bir şey eksikti. Ta ki komşulardan biriyle göz göze gelene kadar.
“Rahmetli ananemin (toprağı bol olsun) sakladığı tohumlardan hâlâ bu bahçedekiler,” dedi.
Bir domates kopardım, mis gibi kokuyordu. Gerçekten kokuyordu…
“İşte bu, ata tohumu. Hâlâ saklarım,” dedi gururla.

O an anladım ki, tohum sadece ekilen bir şey değil; bir hafıza, bir miras, bir bağdır geçmişle. Bana toprağın, tohumu paylaşmanın ve kıymet bilmenin ne demek olduğunu öğreten canım ananeme bir minnet borçluyum. Mekânı cennet olsun.

Ne büyük kıymetti o zamanlar bir avuç tohum! Pazardan, marketten alınmazdı. Kendi kendini çoğaltır, her yıl yeniden umut olurdu. Hasat zamanı geldiğinde sebzeler sadece sofraları değil, gönülleri de doyururdu. Çünkü o ürünlerin arkasında sadece güneş ve su değil; komşuluk, yardımlaşma, dayanışma vardı.

Komşu Ayşe teyze fasulyesini kurutur, özenle bir kısmını cam kavanozlarda saklardı. Kalanını ise “Seneye lazım olur” diyerek diğer komşulara dağıtırdı. Mahallede kim ne ekerse bilinir, ona göre paylaşılırdı. Domatesi bol olan biber verirdi, salatalığı olan patlıcan alırdı. Para değil gönül konuşurdu. Tohumun değeri, raf fiyatıyla ölçülmezdi. Çünkü o tohumun içinde geçmişin bereketi, geleceğin umudu vardı.

Bugün dönüp bakınca soruyor insan kendi kendine: Nerede o eski tohumlar? Nerede o komşuya tabakla yemek gönderen, sonra tabağı dolu geri getiren insanlar? Raflarda dizilmiş, üzerinde isimler yazılı, renkli paketlerin içinde bize sunulan tohumlar ne kadar bizim? Ne kadar bize ait?

Modern tarım, teknolojik üretim, büyük firmaların “verimli” diye sunduğu tohumlar belki daha gösterişli, belki daha iri. Ama içinde ne tat var, ne doku, ne de ruh. En önemlisi, o tohumlar bir sonraki yıl yeniden ekilmeye gelmiyor. Tohumu saklamak değil, her yıl yeniden almak gerekiyor. Toprağın döngüsü kesiliyor, bağı kopuyor insanın doğayla.

Oysa toprak hâlâ aynı sadelikle, aynı sabırla bekliyor bizi. Bir avuç tohumla yeniden başlanabilir her şeye. Elini toprağa sokan, ektiğinin yeşerdiğini gören insanın umudu da yeşerir. Bir salkım domatesin, bir kucak biberin arkasında koca bir yaşam var.

Belki bugün bir balkon saksısında başlar yeniden her şey. Belki bir avuç tohum, yeniden komşudan komşuya uzanır. Paylaşmanın, üretmenin, dayanışmanın kıymeti hatırlanır. Belki çocuklarımız, salatalığın gerçek kokusunu öğrenir. Ve belki bir gün yine “bize ait” olan tohumlarla çoğalır sofralarımız.

Çünkü tohum sadece bir bitkinin değil, bir kültürün, bir yaşam biçiminin ilk adımıdır. Paylaşılmadıkça eksilir, paylaştıkça bereketlenir.